Yakın olan gecikeni bekler
Yakın olanın aceleye ihtiyacı yoktur.
İnsan bazen bir kapıyı çalmayı erteler; ama kapı, içerideki ışığı hiç kısmadan bekler.
Sanki mesafeler yürüyüşle değil, içimizdeki açıklıkla ölçülür.
Ve bazen en uzun yol, bir adımın tereddüdüdür.
Bir kentin eski bir sokağından geçer gibi geçiyoruz hayatın içinden.
Köşede bir fener yanıyor, gölgesi duvara vuruyor; hangi zamana ait olduğunu kimse bilmez.
Belki dünün, belki yarının, belki de hiç değişmeyen o derin ‘an’ın feneri…
Yakın olan, işte öyle bir ışıktır: Zamanı olmayan bir hatırlayış.

Bazen içimizde bir kırık ses kıpırdar.
Fakat o ses, kırılmayı değil; insanın kendi kalbine dönme cesaretini fısıldar.
Çünkü insan, en geç kaldığını sandığı yerde bile kendi hakikatine varmadan kaybolmaz.
Ruh, kendi evini bulmayı bilir; yabancı sokaklarda bile.
Bir mendilin ucuna sinmiş eski bir koku,
bir kitabın arasında unutulmuş bir dal parçası,
bir bakışın mahcup ısısı…
Yakın olan hep böyle işaretlerle konuşur.
Yüksek sesle değil; ama içeriden duyulan bir çağrıyla.

Ve bazen kader, bizi en çok uzak durduğumuz şeyle yan yana bırakır.
“Hazırım” dediğimizde değil; “dayanamıyorum” dediğimizde açılır kapılar.
Çünkü yakınlık, güçten değil, teslimiyetten geçer.
İnsan, en çok eğildiğinde yükselir; en çok sustuğunda anlaşılır; en çok beklediğinde kavuşur.
Hiçbir şey gecikmez aslında.
Yalnızca, olması gereken, ‘an’ın kıyısına kadar sessizce yürür.
O an geldiğinde, yolun nasıl aydınlandığını kimse anlamaz;
zira ışık, çoktan içimize sinmiştir.
Yakın olan, insandan kaçmaz.
İnsan kendinden kaçsa da.

Ve belki de hikâyelerin bize öğrettiği en ezeli sır şudur:
Yakın, beklemesini bilir.
Geciken ise dönecek yerini.
.
Arzu Leyal, dikGAZETE.com