Ormandaki Kurt: Molla Şuayb Tsontaroy
“Sonuçları düşünen kişi kahraman değildir."Tarih yaprakları 1842 yılının Mayıs ayını gösteriyordu. Kafkasya’nın efsanevi lideri İmam Şamil ve cesur naibi Ahverdil Muhammed, yanlarına aldıkları beş yüz süvariyle Dağıstan içlerine, Gazi-Kumuk üzerine stratejik bir yürüyüşe geçmişlerdi. Bu hareketliliği büyük bir fırsat olarak gören Rus General Grabbe, gözü dönmüş bir tilki gibi derhal harekete geçti. İmam’ın yokluğundan ve birliklerin bölünmüşlüğünden faydalanarak direnişin kalbini, Dargo’yu söküp atmak, savaşı kökünden bitirmek istiyordu.
Yanına aldığı on iki piyade taburu, istihkam birlikleri, üç yüz elli Kazak süvarisi ve yirmi dört toptan oluşan devasa bir orduyla yola koyulduğunda, zaferden en ufak bir şüphesi yoktu. Hainlerin fısıldadığı istihbaratla, dağların sırrını çözdüğünü, yolları öğrendiğini sanan Grabbe’nin hesaba katmadığı bir gerçek vardı. Karşısında, planlarını altüst edecek, yüzünü göğe dönmüş bir “kurt” bekliyordu: Molla Şuayb Tsontaroy.
Aslında 1804 yılında Bilta-Oyla köyünde dünyaya gelen Molla Şuayb, savaş meydanlarından çok ilim meclisleri için yetiştirilmiş bir isimdi. Babası Muhammed, iki kez Hac vazifesini yerine getirmiş, saygın bir alim ve Çeçenya’nın önde gelen liderlerindendi. Ailesi gibi Tsentoroy’da yaşayan Şuayb; anadili Çeçencenin yanı sıra Arapça, Kumukça ve Avarca dillerine hâkim, mürekkep yalamış bir gençti. Başlangıçta kendini tamamen ilmi çalışmalara adamış olsa da 19. yüzyılın başında Kafkasya’nın üzerine kara bir bulut gibi çöken Rus kolonizasyonu ve işgal politikaları, onu kitapların huzurlu dünyasından koparıp, aktif direnişin ateşine attı.
1829 yılına gelindiğinde o artık bir “Mürid” idi ve ilk İmam Gazi Muhammed’in en aktif yardımcılarından biri olarak sahadaydı. İmam Hamzatbek döneminde bir süre gözden kaybolsa da 1834’ten itibaren Oku-Yurt’ta mollalık yaparak halkını irşad etmeye devam etti. Ancak Rus yetkililer, bu sessiz dönemde bile ondan çekiniyordu. Önce rüşvet teklif ederek onu saf dışı bırakmayı denediler; Şuayb elinin tersiyle itti. Ardından suikast timleri gönderildi; ancak Şuayb bu tuzaklardan da kurtulmayı başardı.
Artık sivil hayatta kalması imkansızdı. 1838’de İçkerya dağlarına çekilerek Şeyh Taşav-Hacı’ya katıldı. Onun bu önlenemez yükselişi, düşmanlarının raporlarına dahi yansımıştı. Nitekim Rus General Neidgardt, Bakan Çernişev’e sunduğu 1843 tarihli raporunda, düşmanı olmasına rağmen Şuayb’ın hakkını teslim ederek, onun zekâsı ve cesareti sayesinde kısa sürede büyük güven kazandığını ve büyük birlikleri yönetmekle görevlendirildiğini belirtecekti.
Zamanla silahlı Çeçen birimlerinin liderliğine yükselen Şuayb, sadece bir savaşçı değil, aynı zamanda büyük bir teşkilatçıydı. 1840’ların başına gelindiğinde İmam Şamil, Çeçenistan’ı dört büyük idari bölgeye ayırarak devletleşme yolunda dev bir adım attığında, stratejik öneme sahip Mişki bölgesini Molla Şuayb’a emanet etti. Şamil’in en güvendiği naiblerden biri olan Şuayb, atandığı bölgede eski “adat” yasalarını kaldırarak şer'i hukuk temelli bir yönetim kurdu. Otoritesi halk arasında tartışılmazdı; farklı Çeçen topluluklarını birleştirme ve yönetme konusunda doğuştan gelen bir yeteneği vardı. Tarihçi Haydarbey Genichutlinskiy onun için, “Şamil, cesur ve aslan kadar gözü pek bir savaşçı olan Şuayb Tsontaroy’u kendi vekili olarak atadı” diyecekti.
General Grabbe’nin on bin kişilik devasa gücüne karşı, Şuayb’ın elinde dünyanın en yetenekli savaşçılarından oluşan, ancak sayıca çok az olan bin beş yüz kişilik bir kuvvet vardı. Sıcak bir Mayıs akşamıydı. Şuayb, yaklaşan yüzleşmeye titizlikle hazırlanıyor, bir yandan diğer naiblere yardım ederken, diğer yandan en kötü senaryoyu düşünerek Şamil’in ailesini Andi’ye kaçırmak için planlar yapıyordu.
Ancak halkına ve askerlerine verdiği söz kesindi: “Ben yaşadıkça Ruslar Dargo’ya yaklaşamayacak.”
Naib’in istihbarat ağı kusursuz işliyordu. Rus ordusunun sayısı, rotası, bileşimi ve hatta onlara rehberlik eden hain Çeçenlerin kimlikleri dahi tespit edilmişti. Şuayb, gece gündüz demeden haberciler aracılığıyla İçkerya, Auh, Salatavi, Gumbet ve Andi topluluklarını uyardı. En iyi süvarilerden hızlı saldırı timleri oluşturdu.
Bu sırada Rus ordusunda görevli olan, dağları ve Çeçenlerin karakterini çok iyi bilen subay Mussa Hasayev, General Grabbe’yi yaklaşan felaket konusunda son bir kez uyarmaya çalıştı.
“Generalim,” dedi Hasayev; “Çeçen ormanlarında aslan gibi süvariler var. İmamın ülkesinde cesur ve sert kahramanlar yaşıyor. Oraya gitmeyin; sadece üniformanızı kaybeder, ölülerinizi de kurtlara bırakırsınız.”
Grabbe, ihanet edenlerin verdiği güvenceyle ve kibrinin etkisiyle bu uyarıyı alaycı bir gülüşle karşılayarak, “Nerede o aslanlar ve kahramanlar?” diye sordu. Hasayev, generalin bu körlüğüne karşı sadece, “Yarını bekleyin general,” diyebildi.
Rus ordusu üçüncü gün, alçak dağlık bölgeleri geçip İçkerya’nın zorlu ormanlarına girdiğinde, doğa ve Çeçenler ittifak halindeydi. Şiddetli yağmurlar, yolları balçığa çevirmişti. Her asker sekiz günlük yiyecek stoğu ve altmış mermi taşıyordu; bu yükle çamurda yürümek imkânsız hale gelmişti. İkmal arabaları bataklığa saplanmış, ordu hantallaşmıştı. Savaşın ilk iki günü, Şuayb, birliklerini bir “keşif savaşı” taktiğiyle yönetti.
Rusları taciz ediyor, onları ormanın daha derinlerine, asıl ölüm sahasına çekiyordu.
Sonra kıyamet koptu. Grabbe’nin askerleri, ormanın derinliklerinde ilerlemeye çalışırken, cehennemin kapıları açıldı.
Tarihçi o anı, “Ruslar ilerlemek için kalktıklarında; önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sol taraflarından savaş alevi üzerlerine boşaldı” şeklinde betimler.
Grabbe’nin askerleri, kurşunların nereden geldiğini göremiyor, sadece ölümün uğultusunu duyuyordu. Şuayb ve askerleri, askeri literatürde ders olarak okutulacak taktikler uyguluyordu. Yol boyunca hazırlanan sayısız orman tuzağı ve kurt çukuru, Rusları perişan etti. Askerler, tüfeklerini doldurmanın yavaşlığı yüzünden bir tuzağı süngü hücumuyla aşmaya çalışıyor, ancak o tuzağı geçtiklerinde hemen arkasındaki ikinci veya üçüncü tuzakta can veriyorlardı.
Bununla da kalmadı; İçkerya ormanlarında düşmana ilk kez uygulanan “hançer saldırısı” taktiği devreye girdi. Bir grup cesur savaşçı, Rus yürüyüş kolunun tam ortasına dalıyor, göğüs göğüse çarpışıp büyük bir kargaşa yaratıyor ve duman gibi ortadan kayboluyordu. Ardından saklanan diğer gruplar saldırıya geçiyordu.
Bu sırada, yirmi ila kırk kişilik seçkin genç nişancılar yüksek ağaçların tepelerine gizlenmişti. Rus kolonları, altlarından geçerken yukarıdan ölüm yağdırıyorlar, askerler ise gökyüzünden gelen bu kurşunlar karşısında ancak çaresizce diz çöküp Tanrı’ya yalvarıyordu.
Şuayb’ın emri netti: "Önce subaylar vurulacak"tı.
Rus subaylarının yarısından fazlası bu taktikle öldürüldü. Kalan subaylar, hedef olmamak için rütbelerini söküp er paltoları giyerek canlarını kurtarmaya çalışıyordu. Rus General Passék, bu durumu, “Dağlılarla olan savaş, açık denizde etrafı sarılmış bir kruvazörün durumuna benziyor. Her yönden saldırabilirler ve hiçbir kaçış yoktur.” sözleriyle itiraf etmişti.
Deneyimli Rus askerleri, İçkerya ormanlarındaki bu seferi "cehennem yolu" olarak adlandırdı. Taburlar savaş yeteneklerini kaybetmiş, emir-komuta zinciri kopmuştu. Dağıstanlı tarihçi Muhammed Tahir, Grabbe’nin ordusunun içine düştüğü sefaleti anlatırken, müritlerin Rus ordusunu adeta parçalara ayırdığını, düşmanı bölerek çevrelediğini ve üç gün boyunca susuz bir bölgede tuttuğunu aktarır. Çaresiz kalan Rus askerleri, susuzluktan ağaç kabuklarını sıyırıp, suyunu emmek zorunda kalmış, Grabbe ise öfke ve çaresizlik içinde "Nerede kurtuluş?!" diye feryat etmişti.
Mühimmat bitmiş, moral çökmüş, su tükenmişti. Napolyon’u yenen orduların generali Grabbe, Molla Şuayb Tsontaroy karşısında mat olmuştu.
2 Haziran 1842’de, seferin dördüncü günü, gururunu yutarak geri dönme emrini verdi. Ancak geri dönüş, ilerlemekten çok daha kanlı oldu. Karışık ve şaşkın ordu, peşlerindeki “kurtlar” tarafından kovalanıyordu.
Bazı Rus taburları o kadar travmatize olmuştu ki, ormanda duydukları hayvan seslerinden bile korkup kaçışıyorlardı. Resmi kayıtlara göre Grabbe’nin ordusu 4 Haziran’da Gerzel-Aul kalesine sığındığında bilanço korkunçtu: İki general, altmış altı subay, yaklaşık bin sekiz yüz asker ölmüş; çok sayıda yaralı ve iki top düşmana kaptırılmıştı. Rusça ve Arapça belgeler, bu durumu “kelimelerle anlatılamayacak bir felaket” olarak kaydetti.
Grabbe büyük bir çöküntü yaşadı; yenilgisini kabul etmeyip, inatla Dağıstan’a bir sefer daha düzenlese de sonuç yine hüsran oldu. İmam Şamil, Rusların Dargo’ya yürüdüğünü haber alıp 3 Haziran’da hızla İçkerya’ya döndüğünde, zafer çoktan kazanılmıştı. Savaş meydanını, ganimetleri ve perişan edilmiş düşmanı gören Şamil, bu zaferin mimarını tarihe geçecek şu sözlerle onurlandırdı:
“Ahberdil Muhammed ve Şuayb-Molla, en cesur ve sadık müridlerimdir; dağ kartalının iki kanadı gibiler. Zor zamanlarımda her zaman onlara minnetle bakarım.”
Molla Şuayb Tsontaroy ve Molla Ullubiy Auhovski, kahramanlıklarının nişanesi olarak altın nakışlı iki ganimet bayrağı ve üzerlerinde "Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur" yazılı yıldız nişanlarıyla ödüllendirildi.
İçkerya ve Dargin savaşları, Çeçen ruhunun Kafkas Savaşları’ndaki en parlak, en destansı zaferleri olarak kabul edilir. Ne yazık ki, 19. yüzyıl Rus tarih yazımı, bu ağır yenilgiyi gizlemek için olayları ya görmezden gelmiş ya da çarpıtmıştır. Neticede, devasa bir imparatorluk ordusunun, sayıca ve donanım olarak zayıf ama inancı çelik gibi olan bir dağ milis gücüne karşı bu kadar ağır bir yenilgi aldığını kabul etmesi zordu.
Yine de bugün hangi ağaca sorsanız, o ormanda yaşananları size anlatır.
.
Abdullah Ali Güzel, dikGAZETE.com