
Kavun
Hind yazar, mimar ve şehir tasarımcısı Maldahiyar, kaleme aldığı Babur: The Chessboard King eserinde tarih ve mimârînin mükemmelen kaynaşmasını savunurken, bir anlatı inşâsı mevzûbahis olduğunda bu iki disiplinin iç bağlantısına değinir ve “mimârî şâheserlerin, geleceğin öykülerinin mahzenleri olarak tasarlandığını,” söyler.
Farsça el yazmaları husûsunda tecrübeli müelliflerden olan Maldahiyar, Bâbürnâme'yi âdetâ hatmederek, tarihsel anlatılara kendine özgü bir bakış sunar ve siyâsî incelikler, türlü zorluklar, tehlikeli ve puslu siyâsî manzaralar arasında amansız bir iktidar yürüyüşü yapmış olması, ve bu uğurda ustaca adımlar atması hasebiyle Bâbür Şâh (1483-1530)'a niçin "Satranç Tahtası Kralı" lâkâbını uygun gördüğünün îzâhâtını yapar. Ne de olsa bir deyişe göre satranç, kralların oyunu, oyunların kralıdır.
Merâkı, keşfetme arzusu, bânîliği ve edebiyâta olan düşkünlüğü, onun, Fars literatüründe Cennette İkâmet Eden (“Firdevs Mekânî”, فردوس مكانى) sıfatıyla şereflendirilmesine neden olur.
Vaktiyle hükmettiği Afgan ve Hind coğrafyasının mufassal, yâni “pek mâlûmâtlı, ayrıntılı” târihini gâyet şâirâne bir lisânla neşrettiği bir vekâyî risâlesinde, yâni târihî hâdiseler kitabında anlatan hükümdâr, bu eseriyle, ileriki yüzyıllarda Hindoloji olarak anılacak ilim dalı için de ilk yazılı çalışmayı üretmiş olur; lâkin rûhum en sâdık dostumdur, kalbim ise en gerçek sırdaşım, minvâlinde derinlikli ifâdelerin şâiri olan Bâbür Şâh'ın edebî kişiliğinin kâfî derecede kıymet görmediğini Hind şâir ve müzisyen Jeet Thayil, şâyet batı târihinde bir figür olsaydı, bir opera konusu olurdu, kritiği ile ortaya koyar.
*
Hind memleketinin kuşlarını, balıklarını, çiçeklerini ve yiyeceklerini tedkîk eder, ava çıkar, av onun için tabiatı dinleme metodu oluverir, botanik düşkünüdür, devâsa bir bahçe yaptırır, diğer soylular onun bahçe düşkünlüğünü taklîd eder, her köşesi gül ve nergislerle çehrelenmiş yeni geometrik bahçeler göz doldurur, kimi zaman celî taʿlîk, kimi zamansa kendi îcâd ettiği hatt-ı Bâbürî yazısı ile tezyîn edilmiş minyatürleri yapılır, mavnalarda –eski lisânla– ʿayş u tarab, yâhût “içkili, yemekli, müzikli akşam ziyâfetleri” düzenler, sefâhati ile de iz bırakır, her nevʿ hayvanın beyaz ve kırmızı etlerinin tadına kayıtsız kalamaz, mevsimlerin, rüzgârın keyfini sürer, bilhâssa muson esintilerine hayrandır, yağışlar olmadığında bile bahar bitkilerinin yeşermesinden etkilenir, nehirler dışında akan suların olmaması ve ilkel sulama teknikleri onu rahatsız eder, yaşadığı müddette hükmettiği bu cennetten bahçeyi andıran ülkeyi ihyâ etmeye çabalar.
Hünkârın iftihâr kaynağı olan Bâbürnâme eserinde, “Hindistan'a mahsûs nebatlar” adı verilen Eylül 1525 ilâ Eylül 1526 târihlerini kapsayan bir senelik müddete dâir bir pasajda, Am (آم), Ambe (امبه) veyâhût Anbe (انب) meyvesinden (mangifera Indica, “Hind mangosu; mango”) bahsederken kavundan başka, türlü meyvelere tercîh edilebilir, ifâdesine rast geldiğimde, bu sevdiğim meyve hakkında iki kelâm edeyim dedim.
Kavun (قاوون) tutkusunu ve lezzetine olan hayranlığını eserin başka kısımlarında da dile getiren Bâbür Şâh, Semerkand feth edilir edilmez, Seyhun Nehri'nin kuzeyindeki Ahsi kasabasından ve Buhara vilâyetinden getirttiği kavunları mecliste kestirip “kemâl-i âfiyetle” yediklerini ballandıra ballandıra anlatır. Hattâ tadının diğer bölgelerdeki kavunlarla mukâyese dahi edilemeyeceğini defâatle vurgulayarak evvel âhirden beri Fergana Vâdisi'nde –bugünkü Özbekistan– yetişen kavunların ferahlatıcı tatlılığına meftûn olduğunu belli eden imparator, bugün hâlâ memleketleri dışında kavun yemeyi reddeden Özbekleri haklı çıkarır.
Kaşgârî Mahmud imzâlı Divanü Lûgat-it-Türk külliyâtının söz varlığından biliyoruz ki, eski Türkistan diyârında yaşayan topluluklar her tür tâze meyveye “yemiş” (يَمِش) diyor.
Kavun, Orta Türkçe devrinde, kaf, elif, gayn, ötreli vav ve nun harflerinden müteşekkil kagun (قاغوُن) sözcüğünden türer. Buhara'nın kavun tarlaları köylü dilinde kagunluk; içine kavun konan herhangi bir şey, nesne veyâ obje kagunluğ; “kavun sâhibi olmak” kagunlanmak ve “canı kavun çekmek” kagunsamak gibi sözcüklerle ifâde edilmiş.
Yazar Brian Frederick Cooper, “kavun” kelimesinin Tatar ve Kıpçak lisânında kaun, Kazak dilinde kauyn, Kırgız ve Özbek toplulukları arasında kaun, Azerbaycan Türkçe'sinde gavun olarak anıldığını söyler.
Dil bilimci-yazar Marcel Erdal da kagun'u “tâzeliğini yitirmiş, keçe hâline gelen kavun” olarak tanımlar.
*
Zamânında yalnızca İslâm âleminin büyük bir kısmında değil, 13.asırda “Büyük Asya”nın pek ırak mıntıkalarında da birer üst kültür lisânı olarak lingua franca olan Arapça ve Farsça, sâhip oldukları zengin sözcük repertuarlarıyla, devrin şâirlerine, din âlimlerine ve idâreci sınıflara kılavuz olur, ve kavun, –Klasik Farsçasıyla– harbuze/harboze (خربزه, bir çeşit Pers kavunu) ve –Arapçasıyla– battik/bittik (بطّيخ) kelimeleriyle ifâde edilirken, Dede Korkut hikâyeleri gibi halkiyât alanında da kavun olarak devâm eder yoluna...
Devrin avam dilinde de hâyli muzır mânâlar kazanır tabiî ki. Meselâ, kavun, şeftâli tüylü ak pak yumyumuşak beypazarı kavunu gibi tatlu denirken, vajinaya teşbîh edilir "Deli Birâder" lâkablı, "Gazâlî" mahlası ile de mâlûm, Dîvân şâiri Mehmed Efendi tarafından...
Klasik Osmanlıca'da da Farsî ve Arâbî sözcükler esâs alınır.
Farsçasıyla, kavuna, harbüz (خربز) ve harbüze (خربزه), Arapçasıyla, bıttîh (بطيخ) denir. Saray mutfağında bıttîh-i Hindî (Hind kavunu) dendiğinde, kavunun, Asya köklerine vurgu yapılır. Kavun bostanı harbüze-zâr adıyla anılırken, kavun satan kişi harbüze-fürûşluk yapmış olur.
O vakit halk dilinde hâlen kullanılan kavun sözcüğü, Meninski lügâtinin Latince-Osmanlıca baskısının üçüncü cildinde immaturus sözcüğü açıklanırken, “immaturus pepo” (خام قاون, Latinizasyon: cham kaun; Türkîsi “ham kavun”) ifâdesiyle berâber verilir.
Vaktiyle "şeyhülislâmlık" makâmı ile taltîf edilen meşhûr müderris, din âlimi ve sözlük yazarı Mehmed Esʿad Efendi tarafından Osmanlı entelektüellerine yönelik olarak geçmiş metinlerden alternatif sözcükler sunma gâyesiyle derlenmiş Lehcetü'l-Lügât eserinde, kaf, elif, vav, okutucu harf olarak vav ve nun harfleriyle yazılmak sûretiyle kavun (قاوون) kelimesine yer verilince otsu bitkiler kategorisinde, sözcük, sadece avam dilinde kullanılıyor olmaktan çıkar.
Balkan vilâyetlerinden Bursa'ya, Urfa'dan, Musul ve Halep'e kadar –hem sâlnâmelerden (yıllık) hem de İngiliz seyyahların tanıklıklarından bildiğimiz üzre– pek çok sebze, meyve ve balık gibi ürünlerin yanında kavun da ucuz rakamlara satılır.
Osmanlı Türkiye'sinde matbâacılığın gelişiminde fevkalâde katkıları bulunan Artin Asaduryan Efendi'nin 1895 senesinde bastırdığı Seyâhat kitabında, Diyarbekir'in toprağından çıkan kavunu –kendi sözleriyle– pek cesîm ve pek çok hâsıl oluyor (pek iri ve çok sayıda oluyor), şeklinde târif etmesi, mahsûlün bolluğuna, bereketine işâret ederken, artık tamâmen “kavun” teriminin tercîh edildiği görülür.
*
Kavunun halk nezdindeki yeri, özellikle akşamcılar için her dâim müstesnâ olur. Örneğin, eski Istanbul meyhânelerinin tavanlarını âdetâ örümcek ağı gibi sarmış pazar fileleri, Selimpaşa'nın mis kokulu Topatan kavunlarıyla dolu olur ve sofra müdâvimlerince seçilen sapsarı ve pek canlı “kelekler” bir sırık yardımıyla indirildikten sonra masalara servis edilirmiş. Bu eski “piyizhâne” âdetiyle birlikte, kendine Bâbür Şâh'ı bile tutkun eden kavun, bal gibi lezzetiyle, karafakilerle süslenmiş çilingir sofralarının belli başlı mezesi hâline gelmiş.
Serserî lisânıyla “zom olmuş” keyifçiler nerede meyhâne görse, orada “tezgâh başı yapar” ve mutlaka ama mutlaka, yakınlarında, tıpkı bir zamanlar Haydarpaşa Garı civârında olduğu gibi kavun sergileyen köhne barakalar kurulurmuş.
Keyf erbâbından Istanbul âşığı Ahmed Râsim Bey, Büyükdere'de, bahçesi denize kavuşan bir lokantada otururken –kendi tâbiriyle– sofrada alafranga, beyâz, kar gibi örtünün üzerinde kavun sipârişi vermeden evvel, o her Istanbullunun aklına gelip de insana ecel terleri döktüren soruyu da mektuplarının arasına sıkıştırıvermiş: Kavun, ʿacabâ Top atan mı?
Eski Beyoğlu'nun salaş bir lokantasında keyfine vararak yediği yemeğin ve ona eşlik eden bir gümüş surâhî dolusu duzikonun ardından kafayı bulan bir çakırkeyf veyâ Tophâne semtinin arka sokaklarındaki bir keşhânede su kabağı miktârında tüttürdüğü çubuk sonrası hayâller sancağını henüz ziyâret etmiş bir tiryâkî –argo tâbiriyle– “cilâ yapmak” niyetiyle tatlıcıda soluk aldığında, şâyet ağızlara lâyık kaymak kalmamışsa mekânda, dert tasa etmezmiş asla, on tâne ipince açılmış yufkanın üzerine tatlı mı tatlı kavundan konur, yağ serpilip fırınlanır, böylece kavun baklavası (قاون بقلواسى) yenirmiş.
Istanbul'un civâr köylerinden hayvanlarıyla berâber şehre gelen taşralılar, sıkı pazarlıklarla şehirliye kasa kasa kavun satarlar, böylece şehirli kesimin arasında, cevâbı “ağaç kavunu” olan matrak bir bilmeceye de hayât verirlermiş:
Elle beni belle beni,
İskelede bekle beni,
Ben duduyum kumruyum,
Al koynuna sakla beni...
Sultan İkinci Abdülhamid'in de gözde meyvelerindenmiş. Sepet sepet sokulurmuş mutfağına... Sırf halkın değil, saray eşrâfının da vazgeçilmezi olmuş kavun... Saraylı aşçılarca çok defâ pişirilip sofralara sunulmuş kavun dolması...
Aynı kavun dolması, tasavvûf ve tarîkat erbâbı olan şeyhler ve mürşîd-i kâmiller arasında da bir âsitâne (bir tarîkata bağlı büyük tekkelere verilen ad) lezzeti olarak nâm salmış. Cümle çekirdekleri çıkartılıp bir kâse vazîyetine getirilen kavun, içine usulcacık yerleştirilen koyun eti kıyması, soğan, pirinç, tuz, biber, bâdem, fıstık, üzüm ile hazırlanmış içle berâber sahan ile fırında pişirilmiş. Mehmed Kâmil'in Melceü't-Tabbâhîn (Aşçıların Sığınağı) eserinde belirttiği üzre gâyet de lezîz olurmuş.
Eğer doğum zorsa sancılar içindeki bir anne adayı için bir parça kavun yedirip, et suyu içirme geleneği mütemâdiyen tatbîk edilirmiş ebelerce... Yâni, zenginin fakirin, avamın seçkinin keyfine, sofralarına, hayât mücâdelesine ve hattâ kimi kulaktan doğma anânelerine eşlik etmiş.
Yerel ağızlarda çobanalmaz, düğlek, kelek, zırlangıç gibi adlarla anılırken, argodaki yerini de kaybetmemiş asla, zamân içerisinde kadın göğsüne de teşbîh edilmiş. Lüzûmsuz, vakitsiz, yersiz davranışlarda bulunan, aptal, salak, bön ve avanak olarak nitelendirilen kimselere kelek denirken; birini aldatmak, onu oyuna getirmek kelek atmak ve kelek yapmak deyimleriyle karşılık bulmuş. Pazar esnafı arasında eğer bir pazarcı diğerine ulan kelek yaptın yine, derse, bir malı, müşteriye, fâhiş fiyatla sattığını vurgular olmuş. Meyvenin keleğinin fenâlığı, süflî insan davranışlarına benzetilmiş.
*
Kavun, asırlar boyu Anadolu, İran ve Asya hattı boyunca mahsûl veren pek lezzetli bir ön Asya meyvesi olarak hâfızalarda yer almış dâimâ.
Manisa Kırkağaç'dan Topatan'a, Hasanbey'e; Ankara'dan Van'a, hattâ ithalatla Kosta Rika'ya kadar varan geniş kavun türleri yelpâzesinde salınan Istanbulluların, bilhâssa yaşı geçkinlerin ah nerede bir vakitlerin Topatan kavunları, diyerek hayıflandığını duyardım çocukluğumda. Bu noktada Şâh'ın Ahsi ve Buhara kavununa olan düşkünlüğünü anlıyor insan. Her dâim yeni, eskiyi aratıyor olabilir, belki de yaş almanın işâretidir, kim bilebilir?
Şimdilerde Özbekistan hudutlarındaki Buhara'nın pazar tezgâhlarında açılan, yol kenarlarına yığılan ve yemeğin ardından tabaklara servis edilen baldan tatlı kavunu, bildiğim kadarıyla, en meşhûr kavun dünyâda. Her ne kadar son senelerde bu unvânı Japonya'nın Yubari kavunlarına kaptırmaya başladıysa da Buhara kavununun Bâbürnâme'ye uzanan köklü bir mâzîsi, insana tebessüm ettiren öyküsü var.
.
Sami Mert, dikGAZETE.com
Kaynakça
Ahmed Râsim, Şehir Mektûbları, Kader Matbaʿası, Dersaʿâdet, 1328, s.47, 49.
Bâbür Şâh, Baburnâme: Babur'un Hâtıratı, haz. Reşit Rahmeti Arat, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Cild: 3, İstanbul, 1989, s.460-1; Cild: 1, a.e. s.8.
Brian Cooper, Of Cabbages – And Kings: Lexicological and Etymological Studies on Russian Plant Nomenclature, Astra Press, UK, Nottingham, 2003, p.56.
Deli Birâder, Kitab-ı Dâfi-ü'l-Gumûm, yay. haz. Filiz Bingölçe, AltÜst Yayınları, Ankara, 2007, s.63.
Kaşgarî Mahmud, “kagun, kagunlan-, kangunsa-”, Divanü Lûgat-it-Türk, yay. haz. Besim Atalay, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986, s.250-1; Mahmud Kaşğari, “yemiş”, Divanü Lüğat-it-Türk, çev. Ramiz Əskər, Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası Folklor İnstitutu, Cild: 3, AZ, Bakı, 2006, s.20.
M. Sabri Koz, “Bilmeceler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Tarih Vakfı Yayınları, Cild: 2, İstanbul, 1994, s.231.
Marcel Erdal, Old Turkic Word Formation: A Functional Approach to the Lexicon, Vol. 1, Otto Harrassowitz Publishing House, GER, Wiesbaden, 1991, p.74.
Mehmed Kâmil, Melceü't-Tabbâhîn, yay. haz. Günay Kut, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2015, s.123.
Meninski, “immaturus”, Thesaurus Linguarum Orientalium, Turcicae, Arabicae, Persicae, Wieden, 1680, p.736.
Rakı Cep Ansiklopedisi: 500 Yıldır Süren Muhabbetin Mirası, “kavun filesi”, yay. haz. Melisa Kesmez-Mehmet Said Aydın, Overteam Yayınları, İstanbul, 2013, s.50-1.