
ANKARA - ÖZEL
Kemal Uysal, uluslararası ilişkiler, strateji ve jeopolitik alanlarında çalışan bir düşünür. Devletler-arası güç ilişkilerini yalnızca siyaset ya da askerî dengelerle sınırlı görmeyen Uysal, bu dinamikleri kültür, tarih ve insan zihninin derinlikleriyle birlikte okuyor. Sosyoloji, antropoloji, mitoloji ve teo-politik gibi alanları bir araya getiren multidisipliner yaklaşımıyla, çağımızın çok katmanlı yapısını çözümlemeye çalışıyor. Uysal’ın bu özgün bakışı, onu yalnızca politik değil, aynı zamanda meta-politik bir düşünce zeminine taşımaktadır. Yani görünenin ötesine geçerek, düşünsel yapıları ve toplumsal zihniyet kalıplarını da sorgulayan bir görüş inşa etmektedir.
Kemal Uysal, çalışmasında küresel güç mücadelesinde deniz yolları ve su geçitlerinin oynadığı stratejik rolü kapsamlı biçimde ele alıyor. Süveyş, Panama ve Kiel gibi farklı coğrafyalarda yer alan insan yapımı kanalların yalnızca ticari değil, aynı zamanda askerî ve jeopolitik etkilerini inceliyor. Bu bağlamda, Kanal İstanbul projesini merkeze alarak yeni bir suyolunun uluslararası güç dengelerini nasıl etkileyebileceğini sorgulamaktadır.
Uysal’a göre, Kanal İstanbul’un Montrö Sözleşmesi’ni dolaylı biçimde devre dışı bırakma ihtimali, ABD ve NATO’nun Karadeniz’e erişimini kolaylaştırabilir. Bu da Rusya’nın bölgesel güvenlik stratejileri açısından yeni bir kırılma yaratabilir.
Öte yandan, İsrail’in Süveyş Kanalı’na alternatif olarak geliştirmeyi planladığı Ben Gurion Projesi’nin de Panama Kanalı ve Kanal İstanbul’la birlikte değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Bu üç proje, birlikte ele alındığında çok aktörlü ve çok boyutlu bir jeopolitik yeniden yapılanmayı işaret etmektedir.
Çalışma ayrıca, ABD’nin Panama üzerindeki artan nüfuzunu, Türkiye ve İsrail’in kanal projeleriyle birlikte düşünerek, Çin ve Rusya’nın stratejik etkisinin sınırlandırılması ihtimalini masaya yatırmaktadır. Akdeniz, Kızıldeniz ve Karadeniz ekseninde yeniden şekillenen ticaret ve enerji koridorları üzerinden Türkiye, ABD, NATO ve İsrail arasındaki muhtemel iş birliklerine dikkat çekmektedir. Uysal, bu yeni deniz yolları üzerinden değişen güç mimarisini okuyarak, ABD, İsrail ve Türkiye arasındaki politik etki ilişkilerini yeniden analiz ediyor.
Bu kapsamlı analiz çerçevesinde, biz de çalışmanın sahibi Kemal Uysal ile bir araya gelerek Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi ve küresel deniz jeopolitiği üzerine kapsamlı bir röportaj, gerçekleştirdik.
İşte Uysal ile yaptığımız röportaj:
- Çalışmanızda bahsettiğiniz Panama Kanalı, Kanal İstanbul ve Ben Gurion Kanalı gibi stratejik kanal projeleri, küresel güç mücadelesini ve jeopolitik dengeleri nasıl etkileyecek ve Türkiye’nin bu yeni düzendeki rolü ne olacak?
- Panama, Süveyş ve Kiel gibi kanallar, tarihte yalnızca ticaretin değil, büyük güçlerin askeri ve stratejik hamlelerinin de belirleyici unsurları olmuştur. Günümüzde ise Kanal İstanbul ve İsrail’in Ben Gurion Kanalı projeleri, küresel ticaret yollarını ve enerji hatlarını yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir.
Türkiye’nin, Kanal İstanbul Projesi ile yalnızca bir altyapı yatırımı değildir. Aynı zamanda uluslararası güç dengelerinde belirleyici olabilecek bir jeopolitik bir hamledir. Bu proje, Montrö Sözleşmesi’ni doğrudan ihlal etmeksizin alternatif bir geçiş güzergâhı sunarak Türkiye’ye NATO ve ABD ile daha yakın askeri ve diplomatik iş birliği alanı yaratabilir. Bu durum, Karadeniz’de NATO’nun caydırıcılığını artırabilir, aynı zamanda Rusya’nın bölgedeki etkisini dengeleme potansiyeli taşır.
- Kanal İstanbul Projesi’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerindeki potansiyel etkileri ve bu durumun ABD, NATO ve Rusya’nın Karadeniz’deki stratejilerine yansımaları hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
- Kanal İstanbul Projesi’nin en dikkat çekici jeopolitik boyutlarından biri, şüphesiz Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile kurduğu potansiyel gerilimdir. Montrö, Karadeniz’e geçiş yapan savaş gemilerine süre, tonaj ve bayrak devletine göre çeşitli sınırlamalar getirerek bölgesel dengeyi koruyan bir yapı sunmaktadır.
Ancak Kanal İstanbul’un devreye girmesiyle, bu sınırlamaların dışına çıkılabilecek alternatif bir geçiş güzergâhı oluşabilir. Bu durum, özellikle ABD ve NATO için Karadeniz’e daha esnek ve sürekli bir askeri erişim imkânı anlamına gelecektir. Böyle bir gelişme, NATO’nun Doğu Avrupa’daki caydırıcılığını güçlendirirken, Rusya’nın Karadeniz’deki stratejik önceliklerine doğrudan bir meydan okuma oluşturabilir.
Rusya, Karadeniz’i tarihsel olarak kendi “arka bahçesi” olarak görür ve NATO’nun artan varlığına karşı yüksek düzeyde jeopolitik duyarlılık gösterir. Bu nedenle Kanal İstanbul, yalnızca Türkiye açısından değil, Karadeniz’deki güç dengesi açısından da Batı lehine bir kırılma yaratabilecek potansiyele sahiptir.
- Makalenizde belirttiğiniz gibi, İsrail’in Ben Gurion Kanalı projesi ve Panama Kanalı’ndaki artan ABD etkisi, Çin ve Rusya’nın bölgesel stratejik etkisini sınırlayabilir. Bu durumun uluslararası ticaret ve enerji koridorları üzerindeki olası etkileri nelerdir ve Türkiye, ABD, NATO ve İsrail arasındaki iş birliği fırsatlarını nasıl artırabilir?
- Panama Kanalı’nda ABD etkisinin yeniden güç kazanması ve İsrail’in Ben Gurion Kanalı projesi, özellikle Çin’in “Bir Kuşak ve Yol Girişimi” ile Rusya’nın bölgesel nüfuzunu dengeleme potansiyeli taşımaktadır. Buradan hareketle, özellikle Donald Trump döneminde Çin’in Latin Amerika’da artan ekonomik etkisine karşı bir stratejik kaygı oluşmuş, Vaşington, yönetimi Panama üzerinden Çin’in etkinliğini sınırlamaya dönük bir dizi adım atmıştır.
Trump yönetimi, Çin’in devlet destekli şirketleri aracılığıyla Panama’da edindiği liman ve altyapı yatırımlarını bir güvenlik riski olarak değerlendirmiş ve buna karşı ekonomik ve diplomatik baskı politikaları geliştirmiştir. Bu dönemde Çin’e yönelik gümrük tarifeleri ve ekonomik yaptırımlar da bu stratejinin bir parçası olarak öne çıkmıştır. Her ne kadar Joe Biden yönetimi Çin ile ilişkilerde daha çok ittifak koordinasyonuna dayalı bir yaklaşım benimsese de, Trump’ın doğrudan kısıtlama ve ambargo politikasının izleri hâlen ABD dış politikasında hissedilmektedir.
Bu gelişmelerle eşzamanlı olarak, İsrail’in planladığı Ben Gurion Kanalı, Süveyş’e alternatif bir geçiş sunarak Akdeniz-Kızıldeniz hattında yeni bir denge oluşturabilir. Alternatif rotalar, Çin’in küresel lojistik hâkimiyetine karşı stratejik bir dengeleme işlevi görebilir. Aynı zamanda Kızıldeniz’de Husi saldırıları gibi güvenlik tehditleri, bu yeni güzergâhların önemini artırmaktadır.
Bununla beraber, Türkiye, ABD, NATO ve İsrail arasında gelişebilecek stratejik iş birlikleri hem güvenlik hem de lojistik açısından yeni fırsatlar yaratabilir. Türkiye, jeo-stratejik konumu gereği bu denklemde doğal bir bağlayıcı güç konumundadır. Bu tür bir iş birliği, Batı’nın Orta Doğu, Doğu Akdeniz ve Karadeniz üçgenindeki etkisini artırarak Çin ve Rusya karşısında daha dengeli bir küresel yapı oluşturabilir.
- Makalenizin başlığı ‘ABD, İsrail ve Türkiye’nin Stratejik Kanal Girişimleri: Küresel Güç Rekabeti ve Jeopolitik Etkileri’. Bu üç ülkenin adını bir araya getirmek, bölgedeki geleneksel ittifak yapılarından farklı bir ‘yeni eksen’ sinyali mi veriyor? Bu potansiyel iş birliğinin küresel düzeyde yansımaları neler olabilir?
- Makaledeki üç ülkenin ABD, İsrail ve Türkiye’nin bir araya getirilmesi kesinlikle rastlantısal değildir. Aksine, günümüzün değişen küresel düzeninde bilinçli bir stratejik çerçeveyi temsil ediyor. Geleneksel Batı ittifakları hâlen önemini korusa da, Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” ve Rusya’nın artan askeri-diplomatik etkisi, Batı’yı daha esnek ve işlevsel iş birliği modelleri geliştirmeye yöneltiyor.
Panama Kanalı’nda Çin etkisine karşı ABD’nin yeniden ağırlık kazanması, İsrail’in Süveyş’e alternatif olarak planladığı Ben Gurion Kanalı ve Türkiye’nin Kanal İstanbul projesi, ayrı ayrı değerlendirildiğinde önemli altyapı hamleleri gibi görünse de, birlikte ele alındığında küresel güç dengelerine doğrudan etki edecek bir “yeni jeopolitik eksen” oluşumuna işaret ediyor.
Bu eksenin küresel yansımaları da oldukça belirleyici olabilir. Uluslararası ticaret yollarının yeniden yapılandırılması, enerji koridorlarının güvenliğinin sağlanması ve Çin’in ulaştırma hâkimiyetine karşı alternatif rotaların oluşturulması bu sürecin merkezindedir. Kanal İstanbul, NATO’nun Karadeniz’deki manevra kabiliyetini artırabilirken, Ben Gurion Kanalı, Kızıldeniz çevresindeki güvenlik krizlerine yanıt veren stratejik bir geçiş noktası haline gelebilir.
Sonuç olarak, ABD, İsrail ve Türkiye’nin bu paralel adımları, sadece bölgesel dinamikleri değil, aynı zamanda Batı’nın 21. yüzyılda Çin ve Rusya karşısındaki stratejik pozisyonunu yeniden tanımlayan bir jeopolitik inşa sürecine işaret etmektedir.
- Makalenizde ABD, İsrail ve Türkiye’nin stratejik kanal girişimlerinin küresel güç rekabeti üzerindeki etkilerini derinlemesine inceliyorsunuz. Ancak küresel jeopolitik arenada, iklim değişikliğinin etkisiyle hızla stratejik önem kazanan başka bir ‘suyolu’ daha var, Arktik Deniz Rotası. Makalenizde doğrudan odaklanılmasa da, gelecekte bu Kuzey Rotası’nın ticari ve askeri potansiyeli, incelediğiniz geleneksel (Süveyş, Panama) ve yeni (Kanal İstanbul, Ben Gurion) kanallarla nasıl bir rekabet veya tamamlayıcılık ilişkisi kurabilir? Bu durum, makalenizde vurguladığınız ABD, İsrail ve Türkiye gibi aktörlerin uzun vadeli jeopolitik stratejilerini nasıl dönüştürebilir?
- Makalemde ele aldığım stratejik kanal projeleri Kanal İstanbul, Ben Gurion ve Panama gibi küresel güç rekabetinin sıcak sular üzerindeki jeopolitik yansımalarını inceliyor. Ancak bu tabloya artık bir başka cephe daha ekleniyor, Arktik Denizi. Küresel ısınmayla birlikte buzulların çekilmesi, Kuzey Kutbu’nu jeopolitik mücadelenin yeni alanı hâline getirmiştir. Bu durum, özellikle ABD, NATO, Rusya ve Çin arasında derinleşen bir rekabetin zeminini oluşturmaktadır.
Rusya, Arktik’in kıyı hâkimi olarak Kuzey Deniz Yolu’nu hem ekonomik kalkınma hem de NATO karşısında askeri derinlik sağlamak için stratejik bir öncelik hâline getirmiştir. Nükleer buzkıran filoları, yeniden aktifleştirilen askeri üsler ve doğalgaz ihracat projeleriyle bu alanı adeta bir “Kuzey Kalesine” dönüştürmektedir.
Çin ise Arktik’e kıyısı olmamasına rağmen kendini “Yakın-Arktik Devleti” ilan etmiş ve “Kutup İpek Yolu” kapsamında bilimsel araştırmalar, altyapı yatırımları ve diplomatik temaslarla bölgede fiilî bir nüfuz inşa etmeye başlamıştır. Pekin’in temel hedefi, Batı’nın denetimindeki ticaret yollarına alternatif ve daha kısa bir koridor oluşturmak, aynı zamanda bölgenin zengin yeraltı kaynaklarına doğrudan erişim sağlamaktır.
Bu iki aktörün yükselen varlığına karşılık, ABD ve NATO, Arktik’i stratejik bir kırmızı çizgi olarak tanımlamaktadır. Vaşington Rusya’nın askerî tahkimatını ve Çin’in ekonomik sızmasını ulusal güvenliğe doğrudan tehdit olarak görmektedir. NATO ise Arktik’i, ittifakın doğu ve kuzey kanadının kesişim noktası olarak konumlandırmaktadır. Bu bağlamda Arktik, artık bir ‘soğuk savaşın soğuk cephesi’ olmaktan çıkıp, yeni nesil çatışma senaryolarının fiilî laboratuvarı hâline gelmiştir.
Bu yükselen kutup rekabeti, Kanal İstanbul ve Ben Gurion gibi sıcak su projelerinin önemini azaltmaz. Aksine, çok cepheli bir küresel mücadele tablosu içinde bu projeleri daha da kritik hâle getirir. Türkiye gibi jeostratejik konuma sahip aktörler için bu gelişmeler, yalnızca fırsat değil, aynı zamanda karmaşık denge politikaları gerektiren riskler de doğurur.
Sonuç olarak, Arktik Denizi artık yalnızca bir doğa bölgesi değildir. Batı ile Avrasya arasında şekillenen yeni güç mücadelesinin kuzey cephesidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin kanal projeleri gibi jeopolitik adımları da, bu genişleyen satranç tahtasında çok daha büyük anlamlar kazanacaktır.
- Makalenizde ABD, İsrail ve Türkiye’nin stratejik kanal girişimlerini küresel güç rekabeti ekseninde analiz ediyorsunuz. Bu rekabetin en kritik boyutlarından biri de Yükselen Güç Çin’in küresel sistemdeki artan etkisi ve ABD-NATO bloğu ile arasındaki sürtüşmelerdir. Özellikle Bahsettiğiniz bu stratejik suyollarının kontrolü ve yeni rotaların (Arktik gibi) ortaya çıkışı bağlamında, bu büyük güçlerin karşı karşıya gelmesi, mevcut hegemonya gücün (ABD’nin) pozisyonunu ne ölçüde sarsma ve hatta değiştirebilme potansiyeli taşımaktadır? Bu durum, makalenizde ele aldığınız jeopolitik dengeleri nasıl kökten dönüştürebilir?
- Robert Gilpin’in hegemonik savaş teorisi, uluslararası sistemdeki istikrarsızlıkların temel kaynağını maddi güç dengesizliklerinde arar. Mevcut hegemon zayıflarken, yükselen bir güç sistemden daha fazla pay talep eder ve bu da büyük bir çatışma riskini beraberinde getirir. Bu model, ilk bakışta Çin’in yükselişi ile ABD liderliğindeki Batı sistemi arasındaki sürtüşmeleri açıklamak için işlevsel görünebilir.
Ancak ben bu çerçevenin yetersiz kaldığını düşünüyorum. Zira günümüzün küresel rekabeti yalnızca maddi kapasite (askeri bütçe, nüfus, enerji kaynakları) üzerinden değil, anlam üretimi, norm inşası, bilgi ve bilinç kontrolü gibi çok daha derin, epistemolojik düzeylerde de sürmektedir. “Modern” dünyanın kurucu kodlarını yazan, kavramları inşa eden, değerleri evrenselleştiren, sosyal bilimlerin dilini biçimlendiren güç merkezi hâlâ Batı’dır. Uluslararası ilişkiler kuramlarından ekonomik normlara, insan haklarından zaman, mekân algısına kadar pek çok düzlemde Batı, epistemolojik üstünlüğünü korumaktadır.
Bu çerçevede Çin’in “Bir Kuşak ve Yol Girişimi” gibi projeleri maddi altyapı bakımından ciddi bir meydan okuma içerse de, Batı’nın yüzyıllar boyunca inşa ettiği küresel normatif düzeni ikame edebilecek bütüncül bir alternatif henüz oluşmamıştır. Çin, hâlâ evrensel anlam üreten bir sistem kuramamıştır. Bu nedenle Batı sadece “kanalları” değil, aynı zamanda “zihinleri” de yönetmektedir.
Hegemonya sarsılabilir, dengeler geçici olarak değişebilir. Ancak bu mücadelenin galibi yalnızca daha fazla yatırım yapan ya da daha çok askeri üs kuran olmayacaktır. Asıl belirleyici olan, kim daha ikna edici bir gelecek tasavvuru sunabiliyor, kim normlar inşa edebiliyor ve kim bilgi rejimlerini şekillendirebiliyor olacaktır. Dolayısıyla Batı, ittifak ağları, teknolojik liderlik, kriz yönetimi kapasitesi, siyasal çoğulculuk ve en önemlisi bilgiyi üretme ve dağıtma yeteneği sayesinde, hâlen belirleyici avantajlara sahiptir.
Üstelik günümüzün büyük güç rekabeti yalnızca konvansiyonel çatışmalarla veya ekonomik göstergelerle tanımlanmamaktadır. Hibrit savaşın belirsiz doğası, siber alan, yapay zekâ, yörünge sistemleri ve özellikle ABD’nin uzay teknolojilerine yaptığı büyük yatırımlar, bu hegemonik mücadelenin yalnızca yeryüzüyle sınırlı olmadığını, dijital bilinç alanını ve uzayı da kapsadığını ortaya koymaktadır.
İşte bu çok katmanlı ve çok cepheli mücadele ortamında Türkiye’nin rolünü de denkleme eklemek gerekir. Bu sadece, coğrafi konumuyla değil, NATO içindeki stratejik pozisyonu, gelişen savunma sanayisi, genç ve dinamik nüfusu ve yüksek kriz refleksiyle dikkat çeken bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Güney kanadın kilit ülkesi olan Türkiye, Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e, Orta Doğu’dan Kafkasya’ya kadar uzanan güvenlik kuşağının merkezinde yer almaktadır. Artık yalnızca izleyici değil, denge kuran ve dengeyi yeniden tanımlayan bir aktör konumundadır. NATO içerisinde ise sadece destekleyici değil, gerektiğinde yön verici bir rol üstlenmektedir. Bugün Türkiye bu dengeyi hangi yöne kullanırsa, ibre o tarafa dönebilir. Çünkü Türkler, kadim günlerden bugüne yaşam mücadelesini kazanmış, medeniyetleri itibari ile de tüm toplumlarla etkileşimleri ile yaşamda kalabilmiş, damıtılmış, bir soydur.
Bu noktada Gilpin’e yönelik temel itirazım şudur; O, hegemonik dönüşümün yükselen gücün sisteme meydan okumasıyla gerçekleştiğini ve bu meydan okumanın sonunda ya hegemonun değişeceğini ya da sistemin yeniden kurulacağını savunur. Ancak ben tam tersini düşünüyorum. Yükselen her güç hegemon olamaz. Çünkü hegemonya yalnızca ekonomik veya askeri büyüklükle değil, anlam üretme, norm koyma ve zihinsel alanı denetleyebilme kapasitesiyle sürdürülebilir. Ve bu kapasite hâlen ve açık biçimde Batı’nın elindedir.
Bu nedenle Çin’in maddi yükselişi her ne kadar dikkat çekici olsa da Batı’nın küresel liderliğini ortadan kaldırmak için yeterli değildir. Zira bu yarışta kazanan, sadece daha çok üs kuran ya da daha uzun boru hatları inşa eden değil, daha ikna edici bir gelecek vizyonu sunan ve o vizyon etrafında sistem inşa edebilen aktör olacaktır. Bu bağlamda bugünün hegemonik mücadelesinde kazanan hâlâ Batı’dır.
Ve nihayetinde geleceği belirleyecek olan, yalnızca hangi stratejik kanalın açıldığı değil, hangi kavramların üretildiği ve hangi değerlerin zihinlerde hüküm sürdüğüdür. Türkiye ise bu çok katmanlı rekabette, yalnızca coğrafi değil, ittifak içindeki yönlendirici pozisyonu, teknolojik ve stratejik refleksleriyle, aktif bir denge kurucu olarak yükselmektedir.
- Sizinle yaptığımız röportaj esnasında, bir düşünür olarak Batı’nın epistemolojik üstünlüğüne yaptığınız vurgu, sizi küresel rekabette Batı yanlısı bir konumda gösterdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu bağlamda, sizin yaklaşımınız Türkiye’nin bağımsız ve merkezi rolünü nasıl konumlandırıyor?
- Bir düşünürün görevi, iktidar bloklarına angaje olmak, yeryüzü haritasındaki geçici çıkar çizgilerine hizalanmak değildir. Düşünür; zamanın derin akışını okuyan, görünenin ardındaki yapısal kodları çözümleyen ve çağların ötesinden gelen bir sesin çağrısını bugünün kavramlarıyla duyurabilen kişidir. Benim işim, güncel diplomatik dizilimleri değil, tarihin epistemik damarlarını analiz etmektir.
Batı’nın hâlihazırda bilgi üretimini yöneten merkezî pozisyonunu teslim etmem, onu özdeşlik ya da aidiyetle kutsamam demek değildir. Bu, yalnızca zihinsel bir haritayı doğru okumaya çalışan bir teşhis koyucunun tutumudur. Ve unutulmamalıdır ki, teşhis, sadakat değil, şifanın ön koşuludur.
Ben bir Türk’üm. Bu ifade, ne kimlik temelli bir övünç patlaması ne de modern bir aidiyet yüceltmesi değildir. Bu söz, kıtaların, imparatorlukların ve hafızaların içinden süzülmüş bir varlık biçiminin adıdır. Türk olmak, yalnızca etnik ya da coğrafi bir referans değildir. Bir düşünce ritmi, bir hafıza biçimi, bir refleks estetiğidir. Bu kimlik, modern ulus kategorilerinin dar tanımlarına sığmaz. Çünkü Türk aklı, zamanla değil, kendi iç derinliğiyle ölçülür.
Türk Devleti, Batı’nın periferisinde bir alt-aktör değildir. Doğu’nun edilgen hikâyesine sıkışacak bir kültürel tortu hiç değildir. Türkiye, medeniyetler arasında bir köprü değil, kendi ekseni etrafında dönen, bağımsız çekim alanı yaratan bir merkezî kudrettir. Onu ne NATO ne Şanghay ne Avrupa ne Asya belirler. Çünkü Türk aklı, yerryüzü sistemlerinin dışında değil, üzerinde konumlanan bir zaman- ötesi derinliğe sahiptir.
Elbette stratejik ittifaklar yapılabilir, ancak bu yönelme değil, yön verme hakkıdır. Türk Devleti ne Batı’ya ne Doğu’ya aittir. Çünkü o, yönlere değil öz’e bağlıdır. Türk kimliği, yönünü dışarıdan değil içeriden, tarihin kıvrımlarında saklı olan ezeli şuurdan alır. Bu şuur, yalnızca tarihle değil, kozmik zamanla, bilinçle, direnişle, adaletle örülüdür.
O yüzden benim durduğum yer, bir kutbun, bir ideolojik yönelimin ya da güç dengesi matematiğinin değil, bağımsız Türk aklının, kadim sezginin ve ontolojik sürekliliğin yanıdır. Ve bu duruş, bugün olduğu gibi gelecekte de küresel rekabetin seyrini etkileyecek tek hakiki merkezdir. Kendi olarak kalabilen bir özne. Adı: Türk.
- Size son sorum ise şudur. Siz önümüzdeki döneme dair oldukça net ve iddialı değerlendirmelerde bulunuyorsunuz. Oysa genelde bu tür gelecek projeksiyonlarını Batılı stratejistler, düşünürler ya da akademisyenler yapar. Sizin gibi merkez dışından bir ismin bu kadar açık konuşması dikkat çekici. Bu cesareti nereden alıyorsunuz? Bu bir meydan okuma mı, yoksa yeni bir entelektüel duruşun göstergesi mi?
- Bu cesaret değil, hafızadır. Çünkü ben yalnızca kendim adına konuşmuyorum. Bin yıllardır kendi göğünde düşünen, kendi toprağında yazan, kendi yolunu çizen bir milletin hafızası adına konuşuyorum. Bu yüzden, geleceği okumak için Batı'nın gözlüğüne ihtiyaç duymuyorum. Çünkü biz, tarihin öznesiyiz, dipnotu değiliz. Strateji çoğunlukla haritalar, sınırlar ve ittifaklarla açıklanır. Güç, tankların ilerleyişiyle ya da enerji hatlarının yönüyle ölçülür. Ama ben gücü bu yüzeyin ötesinde, görünmeyen akışlarda ve sezgisel derinlikte ararım. Strateji, benim için bir plan değil, haritayı çizen aklın sessiz sezgisidir. Düşünce, yalnızca jeopolitik ya da ekonomik analizle sınırlı kalmaz, tarih, mitoloji, şiir, sessizlik ve ritimle örülmüş çok katmanlı bir bilinç mimarisinde yeniden can bulur. Şiir, bir sanat değil, kolektif bilincin sesli arketipidir, tıpkı Yunus Emre’nin “Ben yürürüm yane yane, aşk boyadı beni kane” dizelerinde olduğu gibi.
Bugün küresel güç rekabetini, stratejik akışları ya da bilgi savaşlarını değerlendirirken, bunu bir “analist” refleksiyle değil, Türk zihninin tarihsel sürekliliğiyle yapıyorum. Bu toprakların sesiyle konuşuyorum ama sesimi çağın çelişkilerine dokundurarak yükseltiyorum. Batılı stratejistlerin öngörüde bulunması, onların daha haklı ya da ileri olduğu anlamına gelmez, sadece söylem üretme gücünün şu an onlarda yoğunlaştığını gösterir. Benim meselem, bu merkeze hayranlık beslemek değil, o merkezin dışında, ama onunla entelektüel eşitlikte konuşabilecek bir iradenin mümkün olduğunu göstermektir.
Bu bir tepki değil, bilinçli bir hatırlayıştır. Çünkü biz unutulmadık, unutturulmak istendik. Hatırlamak ise en derin ve anlamlı eylemdir. Benim cesaretim bireysel özgüvenden değil, bir milletin hafızasını diri tutma kapasitesinden beslenir. Bu nedenle ne Batı’ya ne de Doğu’ya hizalanırım. Çünkü ben zaten kendi tarihsel ve düşünsel merkezimdeyim. Bu merkez Türk aklıdır ne doğuya bükülür ne Batıya yaslanır. Artık bazı hakikatleri onlardan önce konuşacağımız bir döneme giriyoruz. Alışmaları gereken şey, yalnızca yeni stratejik dengeler değil, doğudan yükselecek kadim ama yenilenmiş bir aklın, sessiz ama kararlı hakikatidir.
.
Ömür Çelikdönmez, dikGAZETE.com
NOT: Ortaya konan bu görüşler, Kemal Uysal’ın şahsi görüşleridir.
.