?>

Uyan ey gözlerim!

Hasan Enes Karahan

2 gün önce

Uyan Ey Gözlerim!

MOSKOVA

Sefer” özünde sıradan, basit bir kelimedir. Ama içinde nice yollar gizler. Kimi zaman “ayakla” yapılır, kimi zaman gönülle… Kimi yolculuklar haritaların üzerinde iz bırakır, kimi ise yalnız ruhun derinliklerinde yankılanır. İnsan, yeryüzünün her köşesini adımlayabilir; meridyenleri geçebilir, paralelleri aşabilir, kıtaları fethedebilir; ama ya içindeki o karanlık kıtaya hiç uğramadıysa? Ya kendi “özünün” haritasını hiç çizmediyse?

Öyle ya, “içine sefer etmeyen, dünyayı dolaşsa ne?” diye soruyor bir bilge… Bu, basit bir soru gibi görünse de aslında pek öyle değil; özünde aynaya tutulmuş bir yüz ve insanın “kendisine” bakmasına davet eden, ürkütücü bir davettir bu... Çünkü dışarıdaki seferler, çoğu zaman içerideki sessizlikten kaçışın başka bir adı olmuştur. Yani, yollar, bazen bir varış değil, aslında bir kaçıştır. Ve gitmek, “bulmak” değil, “unutmak” olmuştur…

İnsan ise ekseriyetle “hareket”in esiridir; durduğunda kendisiyle baş başa kalacağından korkar! O yüzdendir “durmadan” bu koşuşlar-kovalamacalar... Bir şehirden bir şehre, bir ekrandan bir ekrana, bir “hayal”den bir “hayal kırıklığına” koşar durulur; soluklanmadan, dinlenmeden... Ama gel-gör ki bu koşuşturma, ruhun yorgunluğunu gideremez. Çünkü ruh, coğrafyalarla değil, “derinlikler”le beslenir. Ruh, uzaklıkla değil, yakınlıkla şifa bulur; insanın kendine olan yakınlığıyla… Zaman, saatin tik-taklarında değil; nefsin dönüşümündedir oysa... Ve mekân, koordinatlarda değil; kalbin genişliğindedir. Mesela, dar bir “göğüs”, sarayları da “dar” görür. Ancak, geniş bir gönül ise karanlık bir “hücreyi” aydınlık cennet eyler adama!

Diğer bir “paradoks” da insanın dışarıda her şeyi görüp, içindekini görememesidir… Kendini görmeyen, “alemi” görse ne? İnsan, nasıl olur da başkalarının gözlerindeki yaşı fark eder de kendi gözlerindeki buğuyu göremez? Nasıl olur da dağların yüceliğini seyreder de kendi içindeki uçurumları fark edemez? Pes doğrusu, ne tuhaf bir körlüktür bu!

Belki de “görmek” dediğimiz şey, özünde bir yanılsamadır. Belki de gördüğümüzü sandığımız şeyler, sadece gözün üzerine düşen “ışık” oyunlarıdır. Zira “hakiki” görmek, gözün ötesinde bir yerdedir; kalbin derinliklerinde, ruhun sessiz köşelerinde, nefsin gizemli odalarında... Ve orası, insanın kendisiyle yüzleştiği, maskelerin düştüğü, yalanların çözüldüğü, gerçeğin en çıplak haliyle durduğu yerdir.

Özetle; görmek, esasında bizim bir eylemimiz değil; bize bahşedilmiş bir lütuftur. Biz görmüyoruz, görülüyoruz. Biz anlamıyoruz, anlaşılıyoruz. Biz yol bulmuyoruz, “yol” bize gösterilmektedir. Peki insan sormadan edemiyor: Gören, gördüğünden ayrı mıdır? Bilen, bildiğinden bağımsız mıdır? Arayan, aradığının dışında mıdır? Ya da... Ya da belki de arayış, zaten buluşun kendisidir? Belki de yolculuk, varacağı yerin “insanı” hazırlamasıdır?

Oysa, gören de gösteren de “hem” perdeyi aralayan “hem” de aynı anda perde olan yüce Yaratıcının ta kendisidir! Hem gizleyen hem de açığa çıkaran… Hem soru hem cevap… Nitekim, en uzak olan en yakındır. En açık olan “en” gizlidir. En çok bilen, aslında hiçbir şey bilmediğini bilendir. Ve en çok gören, “kör” olduğunu görendir.

Esasen, “görmek” kelimesi, “gör-” kökünden gelmektedir. Ama “gör-” aynı zamanda “göster-”in de kökü değil midir? Demek ki “görmek” ve “göstermek”, aynı fiilin iki yüzüdür. Sen görmeden gösteremezsin, göstermeden de göremezsin! Öyleyse, gören de gösteren de sensin... Ama sen de “sen” değilsin ki! Evet, teslimiyeti itirafta ne zaman bulunacağız? Yoksa biz görmeyi halen gözden mi sanıyoruz?

“Ayna kırıldığında, yansıma kaybolur” diyorlar… O halde ayna yansımanın bahanesi midir? Oysa, ruh ne kırılır ne de kaybolur. Göz bir pencere ise, içerideki mekânın aydınlığına göre anlam değişir. Mesela, karanlık bir odanın penceresi, dışarıdaki en güzel manzarayı bile karartır. Ama içi aydınlık bir odanın penceresi, en sıradan sokağı bile güzelleştirir. İnsan da böyle... İçi karanlık olanın gözü, her “güzelliğiçirkin görür; yani göremez… İçi nurlu olanın gözü ise, her şeyde bir güzellik bulur.

Bugün ise “görüntüler” çoğaldı, ama gel gör kigörüş” azaldı... Herkes -sözde- bir şeyler “görüyor”, ama kimsenin pek bir şey gördüğü falan da yok! Çünkü görmeyi, sadece retinaya düşen ışık demetlerinden ibaret olarak ele alıyor insan. Oysa, görmek, anlamaktır. Anlamak hissetmek; hissetmek, içine dalmak; içine dalmak ise, kendini bulmaktır. O da nasipse… Nasip de hazır olanın payıdır; kapısını çalmayan, içeri giremez. Toprağını sürmeden tohum atan, hasat bekleyemez!

Günün sonunda, kendini bulamayan-bulamamış insan, dünyanın en uzak yerlerine gitse de “kayıp”tır. Ama kendini bulmuş olan biri, bir odanın içinde bile evrenleri dolaşabilir. Çünkü evren, dışarıda değil, insanın kendi içindedir. Gönüllere sınır ve “taş” koyanlar -her ne kadar- hakikati uzaklarda aratsa da insanlığa, fiilen “hakikat” hep yakındadır. Yakınlıkların en yakınında, insanın kendi özünde... Binlerce kitap okumak, onlarca dil bilmek, fakat kendini bilmemek; kocaman bir kütüphanede, insanın kendi ismini unutmak gibidir.

Amma, “içinesefer etmek, yolculukların en zorlu olanıdır… Ölmeden önce ölmekNefsin ölümü, ruhun dirilişi; benliğin yok oluşu ve varlığın başlangıcı... Çünkü orada, insanın kaçamayacağı bir gerçek olan “kendi”; saklayamayacağı bir ayna olan ise “vicdanı” vardır…  Ve orada yalansız bir şahit olan “ruhu”yla karşılaşır insan. İşte o vakit, asıl özgürlük başlar. Kendini gören, her şeyi görmeye başlar. Kendini tanıyan, her şeyi tanımaya başlar. Kendini bulan, “her şeyi” bulmuştur…

Kırk yıl Hakk'ı aradım, sonunda anladım ki arayan bendim, aranan da...” diyen bir bilge, hal bu ki ne güzel de özetlemiştir olayı! Evet, arayan da aranan da aynı noktada buluşur. Zira kaybolanı arayan, aslında “kendini” arıyordur. Bulduğunu sanan ise, belki de henüz aramaya başlamamıştır. Arayış, bir yolculuk değil; esasen bir “uyanış”tır.

O vakit insanın içinden geçtiği “sessizlik” ise boşluk değil; aksine doluluğun en yoğun halidir. Buna ölüm diyenler çıkacaktır… Ancak, “durmakölmek demek değildir. Durmak, hayatın ta kendisidir. İnsanın koşarken kaybettiği, dururken bulacağı şeyler olmasın?

Belki de bugün, yolculuklarımızı bir durağa bağlama, duraklama, içimize dönme ve kendi derinliğimize dalma zamanıdır. Belki de bugün, gözümüzü kapatıp gönlümüzü açma, görmeyi değil görülmeyi, bilmeyi değil; bilinmeyi deneme zamanıdır.

Yoksa sen, görmeyi hâlâ gözden mi sanıyorsun?

.

Hasan Enes Karahan, dikGAZETE.com

YAZARIN DİĞER YAZILARI