Nükleer güçler arasındaki çatışmanın doruk noktası: Hindistan ve Pakistan
MOSKOVA
Hindistan tarafından 6 Mayıs 2025 tarihinde başlatılan Sindur Operasyonu, iki nükleer güç olan Hindistan ve Pakistan arasında giderek artan bir çatışmanın doruk noktasını temsil etmektedir. Çatışmanın tırmanmasına neden olan olay, bir düzine turistin ölümüne sebep olan bir terör saldırısıydı. Saldırının sorumluluğu, Hindistan'ın doğrudan Pakistan topraklarıyla ilişkilendirdiği ancak İslamabad'ın özerk olarak faaliyet gösterdiğini iddia ettiği bir örgüt tarafından üstlenildi. Hindistan'ın Kotli, Bahwalpur ve Muzafferabad'daki mevzileri vurması, özellikle diplomatik kanalların fiilen donduğu bir dönemde, askeri inisiyatif ve siyasi baskı gösterisinin bir biçimiydi.
Çatışma sadece bölgesel değil aynı zamanda sembolik olarak ele alınmalıdır: Keşmir tarihsel iddiaların, ulusal kimliklerin ve rakip güvenlik modellerinin çarpıştığı bir alandır. Bununla birlikte, mevcut krizin yeniliği, yerel bir olaydan uluslararası kurumların onayı olmaksızın yürütülen sınırlı bir askeri operasyona hızlı bir geçiş olmasıdır. Hindistan esasen hakem ve uygulayıcı rolünü üstlenmiş, hangi hedeflerin hangi sırayla imha edileceğini belirlemiştir. Bu, savunmadan proaktif bir duruşa doğru stratejik bir kayma anlamına geliyor; bir sonraki saldırıyı beklemek yerine algılanan tehdit kaynaklarını yok ederek bunu önlemeye çalışıyor.
Pakistan ise kendisini provokasyon kurbanı olarak konumlandırarak saldırıların agresif ve yasadışı olduğu konusunu savunuyor. Su dağıtımı meselesinin açık bir şantaj konusu haline gelmesi ve sınırın bir kez daha savaş alanına dönmesi, çatışmanın tırmanmasının kontrol edilemeyeceği bir aşamaya taşınması riskini arttırıyor. Tarafların tek bir bilgi kaynağına veya hakemlik mekanizmasına erişimleri olmaksızın karşılıklı suçlamalarda bulunmaları nedeniyle belirsizlik unsuru özellikle çok tehlikeli.
Sınır bölgelerinde kitlesel nüfus hareketlerinin eşlik ettiği askeri eylemler, nükleer faktöre dayalı eski caydırıcılık mantığının sorgulanmasına neden olmaktadır. Her iki taraf da uzun vadeli hedeflerini açıkça kabul etmekten kaçınırken, aslında bir zorlama stratejisi altında hareket etmekte, güç gösterisini tam kullanım korkusuna karşı dengelemektedir. Bu gergin denge, herhangi bir taktiksel kararın; bir kampı yok etmek, hava muharebesine girmek ya da bir askeri gözaltına almak gibi hususların sistemik başarısızlığa yol açabileceği bir durum yaratıyor.
Dış müdahalenin sınırlı olduğu bir ortamda uluslararası örgütlerin rolü ne izleme ne de arabuluculukla desteklenen ritüelistik “itidal” çağrılarına indirgeniyor. Bu da Keşmir'in bir kez daha hukukun çatışma önleme aracı olarak işlev görmediği bir bölge haline geldiği izlenimini veriyor.
.
Hasan Enes Karahan, dikGAZETE.com