Düdüklü tencere
Neyi dinlemiyorsan, gürültü odur.
Hayattaki her gürültü dışarıdan gelmez. Bazıları içeride başlar; ama kulak verilmedikçe sesini büyütür. İnsan, çoğu zaman etrafındaki seslerden şikâyet eder, oysa asıl gürültü içeride, duyulmayan bir yerden yükselir.
Dinlemediğin her şey basınç yapar.
Ertelediğin duygular, “sonra bakarım” dediğin düşünceler, içine attığın cümleler… Hepsi üst üste biner. Bir noktadan sonra, sabırsızlık diye adlandırdığın şey ortaya çıkar. Aslında bu bir taşma değil; gecikmiş bir konuşmadır.
Düdüklü tencere bu yüzden tanıdık bir metafordur.
Kapak sıkıca kapalıdır, ateş altındadır ve içeride olan bitenle kimse ilgilenmiyordur. Sonra düdük öter. Gürültü başlar. Suçu sesin kendisine atarız, ama mesele ses değildir.
Gürültü, dinlenmeyenin biçimidir.
Bir çocuk gibi düşün: Duyulmadıkça bağırır. Görülmedikçe sesini yükseltir. İçimizdeki duygular da böyledir. Dikkat istediklerinde önce fısıldar, sonra ısrar eder, en sonunda bağırır.
Kendini dinlemediğinde beden konuşur.
Omuzlar sertleşir, nefes daralır, kelimeler sivrileşir. Ve dışarıdaki her ses, olduğundan daha yüksek gelir. Çünkü içerideki basınç, dışarıyı da gürültülü kılar.
Belki de sormamız gereken soru çok basittir:
- Ben neyi duymamaya çalışıyorum?
Çünkü dinlemek, her şeyi çözmez ama gürültüyü anlamlandırır. Ve anlam, sesi yumuşatır.
Düdüklü tencerenin düdüğü sustuğunda mutfak sessizleşmez belki, ama denge geri gelir. Hayatta da böyledir. Dinlemeye başladığında sesler bitmez; ama insan, artık hangi sesin kendine ait olduğunu bilir.
.
Arzu Leyal, dikGAZETE.com