Bahçeli’nin İmralı resti sonrasında milliyetçiliğin ve devlet aklının yeni dönemi
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin, partisinin grup toplantısında kürsüden sarf ettiği, “Gerekirse üç arkadaşımı alır İmralı'ya ben giderim” sözleri, Türk siyasetindeki yerleşik tüm kodları altüst eden sarsıcı bir şok dalgası oluşturdu. Bu çıkış, dost ve hasım tüm siyasi çevrelerde büyük bir şaşkınlık oluştururken, Ankara kulislerinde süregiden “Terörsüz Türkiye" sürecinin seyrine dair hararetli tartışmaları ateşledi.
Devlet Bahçeli'nin mevcut süreçteki rolü, anlık bir tepkiden ziyade, en başından itibaren bilinçli bir stratejinin parçası olarak şekillenmektedir. Sürecin her aşamasında oynadığı öncü rol, hükümetin en üst kademesi tarafından da teslim edilmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, Bahçeli'nin bu rolünü şu sözlerle teyit etmiştir:
“Cumhur İttifakı ortağımız Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli de ilk günden itibaren yaptığı cesur, ufuk açıcı, yol gösterici açıklamalarıyla sürecin bugünlere gelmesine eşsiz katkılar sağlamıştır."
Bahçeli'nin bu pozisyonu, iktidar ortağı tarafından olduğu kadar sürecin diğer tarafındaki aktörler tarafından da dikkatle izlenmektedir. Nitekim, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Bahçeli'nin İmralı çıkışını “son derece önemli ve takdire şayan” olarak nitelendirmiş ve bu adımı “tarihi bir sorumluluk alma cesareti” olarak selamlamıştır. Siyasi yelpazenin iki zıt kutbundan gelen bu takdir, Bahçeli'nin süreçteki kilit ve yönlendirici aktör olarak algılandığının en net göstergesidir. Dolayısıyla Bahçeli, “Terörsüz Türkiye” hedefini bir “devlet politikası” olarak sahiplenmiş ve bu yolda siyasi risk almaktan çekinmeyen bir “mimar” rolü üstlenmiştir.
Bahçeli'nin İmralı çıkışı, Türk siyasetinde “devlet adamlığı” kavramı etrafındaki tarihi tartışmaları yeniden alevlendirmiştir. Bu hamle, bir yanda devletin bekasını her türlü ideolojik angajmanın üzerinde tutan pragmatik bir “devlet aklı”nın tezahürü olarak okunurken, diğer yanda milliyetçi ilkelerin ve sembollerin inkârı olarak sert bir şekilde eleştirilmektedir.
Bahçeli'nin hamlesi, Türkiye'nin iç ve dış tehditlerle kuşatıldığı bir konjonktürde atılmış stratejik bir adımdır. Suriye'deki rejim değişikliği ve İsrail-İran gerilimi gibi bölgesel riskler, Türkiye'yi “iç cepheyi tahkim etme” zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bahçeli, terör meselesini kalıcı olarak çözerek Türkiye’nin uluslararası denklemlerde elini güçlendirmeyi hedefleyen bir devlet aklını temsil etmektedir. Bahçeli’nin temel motivasyonunun, “suyun bulandırılması”na ve sürecin sabote edilmesine karşı çıkarak devletin bekasını ön planda tutmak olduğunu ifade edebilirim.
Milliyetçi tabanda bu adım, ciddi bir bölünme ve “ihanet” algısı oluşturmuştur. Bu karşı çıkış, iki farklı eleştiri hattında yoğunlaşmaktadır. Birincisi; sürecin meşruiyetini ve yöntemini hedef almaktadır. İyi Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, süreci “planlı, kararlı ve örgütlü bir 5. kol faaliyeti” olarak tanımlayarak, bu hamleyi “devletimizin kodlarını hacklemek” olarak nitelendirmiştir. Dervişoğlu'na göre Bahçeli, Öcalan'ı meşrulaştırmakta ve “terörist başıyla teröristleri nasıl affedeceklerini” konuşmaktadır. İkinci eleştiri hattı ise daha içgüdüsel bir tepkiyi, tarihi ve ahlaki bir ihanet duygusunu yansıtmaktadır. Siyasetçi Yavuz Ağıralioğlu, bu duruşu “Teröristten medet ummanıza bozuluyoruz” sözleriyle dile getirmiş ve sürecin “40 yıllık mücadelemizi boşa düşürdüğü” yönündeki endişesini paylaşmıştır. Ağıralioğlu'na göre bu muhataplık, siyaseti zayıflatmakta ve şehit ailelerini rencide etmektedir.
Bahçeli'nin tavrı, “devletin âli menfaatleri için her yol mubahtır” diyen pragmatik bir devlet aklı ile “ilkeler ve semboller her şeyden üstündür” diyen ideolojik duruş arasındaki tarihi gerilimi yeniden gün yüzüne çıkarmıştır.
Devlet Bahçeli'nin bu adımla birlikte “milliyetçilik” kavramını köklü bir dönüşüme uğratma potansiyeli, tartışmaların en stratejik boyutunu oluşturmaktadır. 40 yıllık bir mücadelenin hasmı olan bir yapının lideriyle doğrudan teması göze alması, milliyetçiliği ideolojik ve sembolik kalıplarından bilinçli bir şekilde kopararak, devletin devamlılığını tek mutlak ilke olarak kabul eden pragmatik bir zemine oturtma girişimidir. Bu manevra, milliyetçiliğin “kimlik” ve “mücadele” odaklı tarihi yorumundan, “güvenlik” ve “beka” odaklı yeni bir paradigmaya geçişi işaret etmektedir.
Ancak bu yeni yaklaşımın en büyük riski, düşmanın siyasi olarak meşrulaştırılması tehlikesidir. Bu riski en net şekilde Yavuz Ağıralioğlu, Bahçeli’nin eylemlerinin PKK’nın 40 yıldır başaramadığını başardığını, yani Öcalan’ı Kürtlerin temsilcisi konumuna getirdiğini savunarak ortaya koymaktadır. Ağıralioğlu, bu durumu şu kesin ifadelerle eleştirmektedir: “Ben bunun da Kürtlere şimdiye kadar devlet marifetiyle yapılmış en büyük kötülük olduğuna inanıyorum.”
Bu eleştiri, Bahçeli'nin attığı adımın, terör örgütü liderini siyasi bir aktöre dönüştürme ve onu bir halkın temsilcisi konumuna yükseltme tehlikesine işaret etmektedir. Dolayısıyla Bahçeli’nin siyaseti, Türk milliyetçiliğini “kimlik ve mücadele” ekseninden, “güvenlik ve beka” eksenine kaydıran köklü bir paradigma değişiminin habercisi olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir.
Devlet Bahçeli’nin çıkışı, anlık bir siyasi polemiğin ötesinde, Türkiye'de siyasetin temel belirleyeninin en kritik anlarda hâlâ “devletin bekası” anlatısı olduğunu göstermektedir. Bu hamle, partiler üstü bir “devlet iradesi”nin tecellisi olarak okunmakta ve yerleşik siyasi dili (sağ-sol, milliyetçi-bölücü gibi) işlevsiz bırakarak tüm aktörleri pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye zorlamaktadır. Yıllardır süregelen siyasi dogmaların, devlet aklının soğuk ve pragmatik mantığı karşısında bir anda buharlaşmasına tanıklık etmenin oluşturduğu sarsıntıdır.
Bahçeli'nin pusulasının nihayetinde nereyi gösterdiği zamanla daha net anlaşılacaktır. Ancak bu hamle, şimdiden Türk siyasetinin ezberlerini bozmuş ve “devlet” kavramının, en beklenmedik anlarda en radikal adımları meşrulaştırma potansiyelini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu durum, Türkiye'nin gelecek vizyonunun, ideolojik kamplaşmalardan ziyade, devletin kendini koruma ve devamlılığını sağlama refleksleri üzerinden şekilleneceğinin güçlü bir işaretidir.
.
Muhammed Işık, dikGAZETE.com