Kıymetini yeterince bilemediğimiz bir başka Türk filmi: Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim
Berlin, Almanya
22-24 Eylül arası, kıymetli meslektaşlarımla birlikte, Gökçeada Belediyesi ve Nusret Bey Vakfı tarafından bu yıl ilki gerçekleştirilen “Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim Sanat Günleri” organizasyonu için Gökçeada’da, nam-ı diğer İmroz’daydık.
Müzisyen ve yazar Ege’nin konseri ile başlayan iki günlük program boyunca bizi çok güzel ağırladıkları ve her türlü ihtiyacımızı özenle karşılamaya gayret ettikleri için öncelikle Gökçeada Belediye Başkanı Bülent Ecevit Atalay ve Gökçeada Belediyesi çalışanlarına çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. Halkın içinde, halktan biri gibi yalın yürüyen belediye başkanları görmeye hasret kalmışız.
Pekâlâ, basın gezimizin esas amacı “Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim” film gösterimine katılmak olsa da organizasyon boyunca filmin çekildiği Gökçeada’nın türlü güzelliklerini görme ve adanın güzel insanlarıyla tanışma fırsatı da yakaladık, mutluyuz.
Akademisyen ve yönetmen Prof. Dr. Ceyhan Kandemir’in çektiği, kızı Karla Kandemir’in başrolde yer aldığı, Cansu Özdenak’ın yapımcılığını üstlendiği ve aynı zamanda kendi karakteriyle uyum sağlayan rolüyle oyuncu olarak da dâhil olduğu filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Yeliz Gerçek, Kubilay Karslıoğlu, Celalettin Demirel, Emre Kızılırmak, Aslıhan Kandemir, İrem Kahyaoğlu, Nuri Karadeniz, Mehmet Şimşek ve Mete Yasin Demirok yer alıyor.
Ceyhan Kandemir’in, yine kızı Karla’nın başrol oynadığı “Karla” ve “Ruhun Lekesi” filmlerinin devamı olan bu üçüncü filmde Karla, benliğini, kişiliğini ve kimliğini “Ben kimim?” sorusu üzerinden sorguluyor.
Daha önce Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Murat Kırık tarafından yere göğe sığdırılamayan, katıldığı yurt içi ve yurt dışı yarışmalardan ödüllerle dönen, nihayet 23 Eylül akşamı, Gökçeada’nın tanıtımına katkı sağladığı için Gökçeada Belediye Başkanı Bülent Ecevit Atalay tarafından yönetmen Ceyhan Kandemir’e verilen fahri hemşerilik plaketi ile taçlandırılan 2024 yapımı filmin başarıları, sanki derin bir sessizliğe gömülmüş gibi, yeterince dillendirilmiyor.
Bugün, bir Nuri Bilge Ceylan, bir Ferzan Özpetek falanca yurt dışı festivalden ödülle döndüğünde, bütün sinemaseverler oturup çılgınlar gibi o ödül alan filmi izlerlerken, onlar kadar ünlü olmayan alternatif isimlerin başarıları, çok daha küçük bir çember içerisinde sıkışmaya mahkûm bırakılıyor.
Oysa ki; “Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim”, görsel estetik ve iletişim tasarımı alanında uzmanlaşmış bir akademisyenin, bildiklerini pratikte uygulama, sorularını, hayata yönelik sorgularını oyuncu olmak isteyen kızı ve sevdikleriyle paylaşma derdinde bir adamın, bu sefer alanında eğitimli, kıymetli oyuncuları da dâhil ederek çekmiş olduğu, Roma Uluslararası Film Festivali, Filipinler Uluslararası Film Karnavalı, Güney Kore Film Ödülleri gibi küresel ölçekte yarışlardan “En İyi Uzun Metraj Film Ödülü” ile dönmüş filmi ve çok daha fazla duyulmayı hak ediyor.
Dolayısıyla, filmi izlediğimde, filmin görsel güzelliğinden veya geliştirilebilir senaryosundan ziyade, ben bu duyulamayışın ardındaki nedenlere takıldım daha çok. Film bitiminde, o esnada filmi benimle birlikte yeni izlemiş olan Gökçeada halkına kulak kesildim. Biri, “Gökçeada’yı anlatmıyor ki bu film. Kızın tatilini anlatıyor.” dedi. Orada şunu düşündüm: Toplum olarak, sanatçılarımızın eserlerini yorumlayabilecek kapasiteye, bilgiye, donanıma, deneyime ve algıya sahip miyiz? Yoksa her şeyi sadece kendi anlayabilirliğimiz üzerinden algıladığımız için, dünya bizim kendi sanatçılarımızın ortaya koyduğu, bize, Türk toplumuna ait eserleri el üstünde tutarken biz dünyanın alkışladıklarını kendi şuursuzluğumuzla yalnızlığa mı terk ediyoruz?
Bir şeyi eleştirebilmek için, öncelikle eleştirmeye niyetlenilen konuyu yeterince iyi bilebilmek gerekir. Ne kadar biliyoruz? Teknik donanıma sahip olmasak da yeterli deneyime sahip olmamız, bir el, göz, kulak alışkanlığımızın olması gerekir. Ne kadar deneyimliyoruz?
Bir kere, her sanat ürününün amacının izleyeni veya dinleyeni eğlendirmesi gerekliliğini destekleyen bir sanat anlayışımız var son zamanlarda. Popüler kültür, kapitalizm derken, sanatsal üretim tamamen halkı eğlendirmek amacına dayandırıldı. Hâlbuki bazen bir şarkının, bir oyunun, bir resmin, bir filmin tek amacı; “sana acı çektirmek”, “seni kana kana ağlatmak” olabilir. Zira insan, bazen ne kadar mutlu ve minnettar olduğunu veya olabileceğini anlayabilmek için acı çekmeye ihtiyaç duyan, her duygudan ayrı ayrı faydalanan, değişken bir varlıktır ve her sanat ürünü olmasa dahi, her sanat ürününün üretim süreci felsefe bilimiyle doğrudan veya dolaylı yoldan ilişkilidir. Çünkü kanımca, bir meseleyi alıp, onu kendi tarzına göre yorumlayarak ortaya tamamen yeni bir şey koyabilmek, var olanları sorgulayabilme yetisiyle direkt bağlantılıdır.
Bir de erişebilirlik sorunu ön plana çıkıyor elbette. Cepleriniz yeterince dolu değilse, yeterince iyi bir reklam veya ‘PR’ ajansı ile işbirliği içerisinde olmaya gücünüz yetmiyorsa, minimal bütçeyle çektiğiniz filminizi, kendi emeğinizle kaydettiğiniz şarkınızı herhangi bir platformda öne çıkarmak neredeyse imkânsız hale geliyor. Hatta ve hatta tanıtım için para ve emek dahi harcasanız, sektördeki tektipleşme ve tekelleşme sebebiyle size yeri hâlihazırda rezerve edilmiş diğer müşterilerden sıra gelmiyor bir türlü. Bu durumda izleyicinin kapasitesi de önemini yitiriyor. Zira ortaya çıkarılan sanat ürünü onu esas yorumlayabilecek kitleye çoğunlukla erişemiyor bile.
En başarılı bilim adamlarımız, en iyi sanatçılarımız, en iyi doktorlarımız ve en iyi öğrencilerimiz başta olmak üzere, en iyilerimizin yurt dışında teselli arayışlarının arttığı şu günlerde, bu arayışlardan toplum olarak sorumlu olduğumuz gibi, yurt dışından beş ayrı festivalden ödülle dönmüş, Türkiye’de beş ayrı organizasyonda adından söz ettirmiş bir filmi, sırf yönetmeni ve başrol oyuncusu yeterince ünlü olmadıkları için hâlâ duymamış olmak da bizim ayıbımızdır.
Sadece yeterince ünlülerin veya zenginlerin yaptıklarının değil, iyi olan, takdir edilmeye değer her işin ve kimsenin hak ettiği değeri görebildiği veya en azından toplum nezdinde yeterince görünebilir olabildiği, tektipleştirmekten ziyade farklılıkları kucaklayabildiğimiz, harcanan paradan çok emeğe kıymet verdiğimiz, farklı alternatifleri de değerlendirmeye açık olduğumuz bir toplum oluşturabilmek dileğimle.
.
Eylül Aşkın, dikGAZETE.com