USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Adalet ve diğer kayda değmez önemsiz şeyler…

26-01-2016

Bir kişiden fazla insanın bir arada yaşaması ile başlayan topluluk, regüle edici güç olmaksızın doğal durumdan kurtulamaz. Salahiyet paylaşımından, hukuk, eğitim, özgürlük, mülkiyet dağıtımına kadar, toplumsal yapının ihtiyaç duyduğu tüm alanları düzenleyen yönetim, herkesin hoşnut olacağı bir sistematik geliştirmek zorundadır. Bu sistemin kaynağı, adalet adını verdiğimiz hakkaniyet gözetimi altında cereyan ediyor ve insanları ikna edebiliyorsa, adalet kavramı ihtiyaç olmaktan çıkar geleneğe dönüşür. Haksızlığa maruz kalan insanların varlığı ise adaletin işlemediğini gösteren en kuvvetli indikatördür.

Adaleti kimin belirlediği sorusunu çok açıklıkla yanıtlayan Hobbes’a eklenecek fazla bir şey yok: “auctoritas non veritas facit leges.” (Kanunu yapan otoritedir, gerçek değil.) Güçlünün kanun koyucu olması hiç değişmedi ve değişeceğe de benzemiyor. Demokrasi yönetimlerinde dahi halkın elinden gasp edilen kanun yapma yetkisi, dolaylı olarak güçlülerin yetkisine devrediliyor. Antik Atina demokrasisinde izlerini sürdüğümüz ‘halk-yönetimi’, zaman içinde güçlülere (elitistlere) meşruiyet sağlayan mekanizmaya dönüştürüldü (Schumpeter). “Polis-Demokrasileri”ndeki vatandaşlık tanımını paranteze alıyorum, çünkü konuyu ilgilendirmekle beraber, ayrıca tartışılması gerek.   

Evrensel geçerliliği kabul edilen ‘adalet teorisi’ bulunmamakla birlikte John Rawls, çok kapsayıcı “bir adalet teorisi” geliştirerek, eski bilinenlerin ışığında yeni bir yöntem önerdi. Getirmiş olduğu düşünceleri çok kısa bir şekilde şu temel hipotezinden öğreniyoruz:

1. Herkes kapsamlı sistemde temel özgürlükler düzleminde eşit haklara sahip olmalıdır. Ve bu aynı sistem, geriye kalanlar ile uyum içinde olmalıdır.

2. Ekonomik ve sosyal eşitsizlikler öyle şekillendirilmelidir ki; a- herkesin avantaj elde edebileceği, akıllıca beklentilere hizmet etmeli ve b- mevki-makam bağlantısında herkese açık olmalıdır.”

Temel problemi yanlış strüktürlerde arayan filozof, kendisinin de zaman zaman değindiği ve fakat asıl yaraya parmak basamadığı teorisinde, ‘mülkiyet’ konusuna eğilmiyor. Hâlbuki adalet, mülkiyetle ilintili olmakla kalmaz, beraberce düşünülmesi gerekir. Mülk dağılımı ile başlayan adalet, yaşamın her alanında belirleyici faktör konumuna gelen ekonominin yaptırımcı gücü ile şekillenir.

Arada aşılamaz uçurumların bulunduğu mülkiyet ve gelir dağılımının hiçbir şekilde izah edilmez boyutlarda aklı zorlayan kurnazlık ve ustalıkla insanlara kendi kaderleriymiş gibi inandırılmış olması; gene bu aynı güruhun adalet ölçülerini koyması statükonun devamını sağlayan faktör olduğu anlaşılıyor. Fakirlik, tarihi süreçte hep çalkantılara, başkaldırılara ve nefrete sebep olmuş bir olgu olmakla birlikte, bu taşkınlıkların netice veremeyerek kontrol altına alınabilmesi ve sistemin kaldığı yerden işleyebilmesi oldukça enteresan. Rawls teorisi statükoyu restore etmeye yönelik çok iyi bir adım. Rawls, nihayetinde önerdiği teklif: Vatandaşların kendi onay ve desteğiyle sürmekte olan sistemi, kendi düşünceleriyle biraz değiştirerek şekillendirmek ve onu tamamen içselleştirmeye yönelik.

“Bilmeme perdesi” arkasında mülkiyet yeniden paylaşılacak olsa, çok değişik sonuçlar ve gerçekçi bir adalet ölçütü elde etmek mümkün olabilir. Fakat bu teori hâlihazırdaki toplum yapısını inceleyerek çareler üretmeye çalışıyor, daha doğrusu; bir parça daha adalet dağıtımı ile herkesi kendi konumuna razı etmeye yönelik. Pareto-optimumu yerine koymak istediği farklılık tezi ise gerçekten tartışılması gereken bir düşünce. Örneğin; “kadınlara bir hak verilecekse, erkeklere de bir başka hak vererek denge sağlanmalı, ya da yeteneksiz çocuklara verilecek teşvike karşılık yetenekli çocuklara başka bir imkân sunularak dengelenmeli.”

Kadınların yüzyıllardır gasp edilmiş haklarını bir lütuf gibi gören liberal düşünür, yeteneksiz çocukların da fakir ailelerden, varoşlardan geldiğini bilmez mi!

Emek=Hak ilişkisinin, bir başka hata kaynağı olduğu bilindiğinde, adalete daha çok yaklaşmış oluruz. Bir çalışan, kazanmış olduğu ücretle geçinemiyor, bir başkası kendi emeğiyle büyük mülkiyet sahibi olabiliyorsa burada bir aksaklık var demektir.

Bir insan ne kadar yetenekli olursa olsun, ne derece yüksek becerilerle donanımlı olursa olsun, ne kadar güçlü (fiziki ve fikri) olursa olsun, sıradan bir vatandaşla araya uçurumlar oluşturacak gelire sahip olamaz/olmamalıdır. Çünkü bu eninde sonunda sorunların kaynağı olacak ve günün birinde patlayacaktır. 

Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com için yazdı

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?